Dün sinemada izlediğim bu filmin etkisinden henüz çıkmış değilim...
FRAGMAN:
Türk sinemasının dram türünü çoğunlukla beğenmişimdir.Fakat böylesini ilk defa izledim.Hem çekimler hem oyunculuklar hem de konunun işlenişi mükemmel.Tek bir kusur dahi bulamadım.
Film Kore Savaşında cepheye giden Süleyman Astsubay ve savaş meydanında bulup evlat edindiği Ayla'nın iç burkan hikayesini anlatıyor.Birebir yaşanmış,kanıtlı bir hikaye.İşte filmin en dramatik yanı da bu.İzlediğiniz olaylar,savaş,göz yaşları gerçek.Acı gerçek...
Film boyunca ağladık.Bir ara sinirlerim bozuldu ve ağlamamak için resmen gözlerimi kapattım.Güney Koreli tatlı kızın oyunculuğu kalbinize öyle bir dokunuyor ki yaşananlar zorunuza gidiyor.Savaştan,savaşın getirdiği her şeyden tekrar ve tekrar nefret ediyorsunuz.
Filmin son sahnesinde hıçkırıklara boğulduk.Kendimizi salondan attıktan sonra beş dakika açık havada oturup sakinleşmeyi bekledik.Nasıl beğendik,nasıl etkilendik artık siz düşünün :')
Mutlaka bu filmi sinemalarda izleyin,izleyin ki emeklerin karşılığı alınsın.Aynı zamanda Oscar'a da adaymış.Aday diğer filmleri izlemedim ama bu filmin ödül alabilecek kadar kaliteli olduğuna inanıyorum.Uzun zaman sonra Türk yapımı bir filmi bu derece sevdim.
Türk Sineması ve film listem yeni bir unutulmaz kazanmış oldu,mutluyum; teşekkürler.
Uzun zaman sonra fiziksel olarak daha çok yorulduğum bir hafta geçirdim.Adını koyamadığım aydınlanmalar yaşadım.Mesela fark ettim ki insanlara gereğinden fazla anlam yüklüyorum.Herkesi gözümde koymak istediğim yere koyuyorum.Bu genellikle değerlerinin üstünde oluyor.Sonra yine üzülen ben olup kendimi hayal kırıklığı yaşamaya mahkummuş gibi görüyorum.Oysa sorun böyle hissetmemin en başında.Fark etmek bile bir başlangıç,bunu çözmeye çalışacağım.
İlk kez bir şeyler anlatmaya direkt girdim çünkü fark ettim ki meşgul olmaktan güzel yazamamaya başladım.Örneğin dün gece bir güzel içimi döküp bu yazının ortasına gelmiştim ki ikinci kez okuduğumda postu direkt sildim.Biraz özele kaçmıştım ve kelimelerin yerleri anlamsızcaydı.Moral bozmadım,dün geceyi kendime ayırdım.Uzun bir aradan sonra anime izledim,''Midnight in Paris'' adlı filmin de çeyreğini falan izleyebildim.Yorgunluktan gözlerimi açamıyorum.Bu gece uyumadan önce kalan kısmı da izlemeyi düşünüyorum.Fena bir film değil,izlemeye değer.
Ders programıma başarılı bir şekilde uydum.Gerçekten istediğim zaman her şeyi yapabiliyorum.Bu özelliğimin yanında da klasik bir koç burcu olarak her şeye mükemmel hızlı ve kusursuz başlayıp çabuk bıkıyorum ya da sıkılıyorum.Ergenlik özelliği gibi gelse de tanıdığım koç burçlarının da hepsi böyle.Burcuma sevsem de ceremesi de çok.Dimi ama? :')
Geçen hafta bahsettiğim deneme sınavının sonucu açıklandı.Puanım asla istediğim gibi olmasa da sıralamam beklediğimden iyi geldi.Bu da demek ki herkes benim gibi zorlanmış.Sınav demişken birçok kez sızlandığım üni.sınavı da belli oldu.YKS diye bir şey.Ayrıntıları ilgilinizi çekmez diye anlatmıyorum ama ne iyi ne kötü diyebilirim.Her şey gibi avantajı ve dezavantajı olacaktır.Tabi bunu bulana kadar da bin şeyi değiştirip insanların psikolojileriyle oynadılar.Hazırlık okumasam bu yıl üniversite sınavına girecektim.Bazen ''ah keşke...'' desem de sonra hazırlığın bana kattıklarını hatırlayıp mutlu oluyorum.Olgunlaşmak,dil öğrenmek,liseye alışmak,dinlenmek...Bakalım seneye kadar bu sınav sisteminde neler değişecek.Sevinçle bekliyoruz(!)
Bloğun okunmalarında dikkatimi çeken bir şeyler oldu.Ukrayna'dan çok fazla okunma alıyorum.Önceleri de fazlaydı ama bu son haftalar haftalık ve günlükte resmen Türkiye'nin iki katı.Şok oldum ilk görünce,sonra abimi arayıp sordum.Bana bilgisayar terimleriyle bir şeyler anlattı,aklıma yattı.Beni oralardan okuyan biri olduğunu düşünmüyorum ama keşke olsa.Uluslararası okunmak mükemmel bir şey olurdu.Daha fazla insanın fikirlerimi okuması,hayatıma ortak olması,benimle konuşması...hayali bile mutlu etti.Belki bir gün gerçekleşir,aşırı isterim.
Cuma günü bizimkilerle okul çıkışı yemek yiyip kahve içtik.Çok huzurlu ve güzel bir gündü.Yoğun geçen haftaların arasında yapılan sosyalleşmeler ilaç gibi geliyor.İnsana her şeyi yapabilirsin hissini veriyor.
☕☕☕
☕☕☕
Cumartesi de spontane bir şekilde kendi kendime kısa bir vakit geçirdim.Dershane sonrası birkaç şey alıp Starbucksta kahve içtim.Evde tek başıma zaman geçirmeyi çok sevsem de sokakta tek başıma olmak pek hoşlandığım bir şey değil.Bu biraz sosyal utangaçlık vs. ile ilgili.Kendime bunun da gayet normal ve güzel bir şey olduğunu kanıtlamış oldum.Özellikle ne telefona baktım ne de kitap okudum.Sadece içinde bulunduğum ana odaklandım.Galiba bu psikolojik olarak önemli bir zafer kazandım.Her boş zamanında ya geçmişi ya geleceği düşünüp kaygılanan biri olarak üstelerinden gelip anın keyfini çıkardım.Bunu daha sık yapmaya çalışacağım.Hep dediğim gibi: minik zaferler önemli!
Ayın sonunda psikiyatristle görüşmem var.Her ay bir kere diye anlaşmıştık.Nelerden bahsedeceğimi düşünmeden gitmek daha rahat ve iyi hissettiriyor.Zaten çoğu şeyi konuşup elektriğimizi tutturmuştuk.Bundan sonrası daha kolay ve güzel geçecek diye umuyorum.Bu hafta mental olarak fena değildim mesela.Zamansız anksiyetelerime kulak asmamaya çalıştım.Öz güvenim yerlerde değildi.Kendimi beğendim,yaptıklarımı içten içe taktir ettim.AW.Böyle anlatınca bir hoşuma gitti.Kendimi izninizle tebrik ediyorum,en önemlisi devamını diliyorum,istiyorum,rica ediyorum.
Felsefe öğretmeni ''Hayatın anlamı nedir?'' adlı bir kompozisyon ödevi verdi.Üzerine düşünecek pek vakit bulamadım ama bir şeyler yazmaya başladım.Yine iç çelişkiler ve karmaşalar yaşasam da zaten felsefenin de amacı bu diye düşünüyorum.Bu kargaşayı yaşayıp kendi doğruma ulaşacağım.İç fırtınalardan sonra gelen sakinliğin tadını daha keyifli çıkarabileceğim.Belki haftaya neler yazdığımı paylaşırım,şimdilik görüntü bulanık.
(01.38: Bu yazıyı sabahleyin yazmak için sabırsızlanıyorum.)
Geçen haftalarda bahsettiğim ''Mona Lisa Smile'' adlı filmi dün izleme imkanı buldum.Ertelediğim için kendime çok kızdım.Çünkü benim ''bu yıl izlediklerim'' listemde ilk beşe girdi.Çok sevdim,hayran kaldım.
Filmi izlememin ilk nedeni Julia Roberts'ın oynuyor oluşuydu.Bayılıyorum bu kadına.Güzel,yetenekli,mütevazi ve içten.Onu izlerken kendimi iyi hissediyorum.İstisnasız her filminde göz yaşlarıma hakim olamıyorum.Güçlü bir sanatçı,muazzam bir insan.
Filmin konusu ve oyuncu kadrasu da oldukça ilgi çekici.İdealist bir sanat tarihi öğretmeni olan Katherine (Julia R.) Wellesley adlı kızlara eğitim veren muhafazakar bir koleje kabul edilir.California'dan buraya sırf bu iş ve bir şeyleri değiştirmek için gelir.Film bu ilerici öğretmenin öğrencilerine farklı bakış açıları kazandırma mücadelesini ve 1950'lerdeki kadın rolünü anlatıyor.
Aynı zamanda film boyunca sanat,sanat tarihi ve olayları farklı değerlendirmeye dair bir sürü şey öğrenebiliyorsunuz.Film sanatı konu almasının yanı sıra başlı başına kendi de bir sanat filmi diyebilirim.Katherenie karakterinin tabuları yıkan konuşmaları,sanatı farklı biçimlerde ele alıp zaman zaman öğrencilerine sorduğu sorularla sizi de düşündürtmesi,ikili ilişkilerdeki eşitliğe dikkat çekişi...her şeyiyle kalite kokan bir film.
Oyuncu kadrosunun çoğu da kadınlardan oluşuyor.Hepsi de siması tanıdık olan kadın oyuncular.İzlerken ''aa bu kızı tanıyorum'' oluyorsunuz.Bu açıdan da sevdim.Başarılı kadın oyuncular ek roller yerine başrollerin hakkını vererek güzel bir iş çıkarmış.Ayrıca bir açıdan da ''Ölü Ozanlar Derneği''nin kadın versiyonuna benziyor.Onu izlemedim gerçi ama konusunu biliyorum.Bazı yorumlar da bu yönde.Ondan daha güzel bile olabilir.
Filmi izlerken sık sık duraklatıp ss'ler aldım.Sahnelerin her biri çok güzel açılarla alınmış ve hoş bir hava yakalanmış.Tabi bir de işin içinde Julia Roberts var!
:)
Filmin konusu sanat olunca Van Gogh'dan da bahsediliyor.
1950lerin zarif dokunuşlu kıyafetlerini de izliyoruz.Çok güzeller,çok.
En sevdiğim sahnelerden biri.
Bu güzel kareyi yakalamasam olmazdı.
<3
Bonus: Bu film sayesinde çoook anlamlı ve güzel bir şarkı keşfettim!
''It's Istanbul not Constantinople.''
Şimdi de gelelim geçen hafta bitirdiğim ''Theo'ya Mektuplar'' adlı kitaba.
Kitap Vincent Van Gogh'un Paris'te galeri yöneticisi olan kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplardan oluşuyor.Mektuplar sayesinde ressamın iç dünyasını daha samimi bir şekilde görüp sanat anlayışı hakkında fikirler ediniyoruz.Van Gogh favori ressamım olmamasına rağmen en farklı bulduğum sanatçılar arasında.Karnı açken bile kendini sanatla tatmin etmesi.sürekli bir şeyler üretme arzusu ve başarıyı yakalayabilmek için durmadan çalışması oldukça motive edici.Bu zengin iç dünyasında kendinize dair bir şeyler bulabilirsiniz.
Alıntılarım:
''Hem hayat bize niçin bağışlandı: bedenimiz acı içinde kıvrandığı zaman bile yüreğimizi zenginleştirelim diye değil mi?''
''Elden geldiği kadar çok sevmeliyiz,çünkü asıl güç sevgidedir.''
''Güçlükler,dertler her çeşitten engellerle karşılaşmamak güvenli olmak için bir neden değildir,kendimize kolay bir hayat düzenlemekten kaçınmalıyız.''
''Ne çok güzellik var sanatta! İnsan gördüğünü aklında tutabilirse,her zaman yapacak,düşünecek bir iş bulur kendine,yalnız kalmaz hiç,gerçekten yalnız sayılmaz.''
''Sanat doğaya eklenmiş insandır.''
''Canı isteyen üzülsün,ben bıktım üzüntüden.Çayırkuşu bahar günü ne kadar neşeliyse o kadar neşeli olmak istiyorum.''
''...Çünkü sanatçı demek 'hep arayan ve yetkini hiçbir zaman bulamayan insan' demektir.''
''Aslanım unutmayalım ki küçük heyecanlar hayatlarımızın büyük kaptanlarıdır ve hiç farkına varmadan dinleriz onları.''
Benim için ise sanat hayatı çekilir kılan yegane şeydir.
İstanbul'dan geleli 3 gün oldu.Ara sıcak bir şekilde yazıyorum.
Küçüklüğümden beri görüştüğüm,ablam gibi gördüğüm kuzenimin düğününe katılmak için Cuma günü yola çıktık.İlk kez Pamukkale ile yolculuk yaptım.İyi ki de yapmışım.Başarılı bir firma.Muavinleri diğer otobüslere kıyasla çok daha saygılı ve kibar insanlar.Sürekli servis yapma,yardımcı olma derdindelerdi.Koltuklar vs. de bana rahat geldi.Bakın ben rahat diyorsam gerçekten rahattır :') Reklam yapıyor gibi anlattım ama bahsetmesem olmazdı.Haklarını vermek lazım.
İstanbul'a en son 2 sene önce yine bir düğün için gitmiştim.Kuzenlerimin yavaş yavaş evleniyor ve bu çook garip.Hepsinin benim yaşlarımda olduğu yılları anımsıyorum.O zamanlarda evleneceklerini düşünsem komiğime giderdi.Şimdi çocukken gülünç gelen şeylerin bir bir gerçekleştiğini görüyorum.Büyümek bu olsa gerek.
İstanbul son gördüğümden beri pek değişmemiş.Zaten yine sadece Kadıköy'ü gezebildik.Kafama koydum ama bir gün sırf gezme için gidip karşıya da geçeceğim.Görmek istediğim yerleri göreceğim.Kadıköy popüler ve hoş bir yer.İstanbul'un diğer gürültülü yerlerine nispeten sokaklarında bir sakinlik var.Aynı şekilde gözle görülen bir hoşgörü ortamı var.Çok güzel dükkanlar,tatlı tatlı kafeler var.Gönül ister ki profosyonel bir makinem olsun size kaliteli fotoğraflar çekebileyim ama ne yazık ki telefonla idare etmek zorunda kaldım.Buna da bir çare bulmam lazım artık.Annecim babacımmm duyun sesimi kalppp.
(Ben dönüş yolundayken kuzenim vapurdan Haydarpaşa'yı çekip bana atmış.Utanmasam minik bir çığlık atacaktım.Salak kafam yine yanına gidip göremedim.Açılış fotoğrafını onu yapmazsam ayıp olurdu.Çoooook güzelsin :'))
Nedense bu sokağı gördüğüm an aklıma Avrupa yakası geldi.Çok hoş bir estetiği var.
Daha önce diğer kiliseyi fotoğraflamıştım,sıra bunda.Önceden de bahsettiğim gibi tarihi mabetler ilgimi çekiyor.
Önceki geldiğimde kafelere oturma imkanım olmamıştı.Benim isteğimle ''Zoo'' adlı bir kafeye oturduk ve bir şeyler içtik.Sevimli bir yer.Konseptlerine bayıldım.Kendi halinde,küçük ve şık.Tam benlik.
İstanbul'un minnoş kedileri ♥
Cumartesi günü de düğünümüz oldu.Aslına bakarsanız gitmeyecektim bile.Çünkü yolculuktan bir gün önce gözüm fena halde enfeksiyon kaptı.Zaten ağır bir şekilde griptim.Anlayacağınız bütün ok işaretleri ''gitme''yi gösteriyordu.Neyse,dedim.Plan bozulmasın diye elimden geleni yaptım ve o gün orada bulunmam gerektiği ve çook istediğim için gittim.İyi ki de gitmişim.Annemin geniş bir ailesi var.Teyzeler,dayılar,kuzenler.Hepsini bir arada görmek güçlü hissettirdi,mutlu oldum.
Bir ilk yaşandı,takım elbise giydim.Gerçi altıma siyah kotumu geçirdim.Kumaş pantalonu deneyip bir kenara attım.Henüz o resmiyette hissetmediğime kanaat getirdim :')
s e t a ! x o
Düğünden sonra herkes baygın bir şekilde uyudu.Üç dört saat kestirdikten sonra sabahın erken saatlerinde uyanıp servisle otobüslerin olduğu yere gittim.Şanssızlıklar bizi buldu yine tabi.Yağmur yağdı,taksiyi aradık açmadı.Huh,olur öyle şeyler işte, büyük şehir.
Dönüş yolculuğum çok huzurluydu.Sakin bir şekilde yağmur yağdı,kahve içtim ve kitap okudum.Düşünmeye,hayal kurmaya bol bol vaktim oldu.Severizzz!
Çanakkale'ye döndükten sonra da kaçırdığım konuları yetiştirme ve ders çalışma düzenime dönme endişem başladı.Onu da halletim.Özellikle bugün oldukça yoğundu.Okuldan sonra dershanede soru çözüp hocalara soru sordum.Günün yarısını dışarıda ama verimli bir şekilde geçirdim.Sanırsam anksiyeteme en iyi gelen şeylerden biri meşgul olmak,üretmek.Çalışma masamda Platon'un bir sözü asılı,aklıma o geldi bakın.''Boş bir kafa şeytanın çalışma odasıdır.''Biz çalışıyor olalım ki kuruntular dinlensin.Biz dinlenirsek onlar daha çok çalışır.
Bunu da buraya pinliyeyim :)
Günler su gibi akıp giderken ben planner tutmayı bırakır oldum.Zaten hiçbir zaman tam olarak yazdığım şeylere uyamıyorum.Ya planlar değişiyor ya da eksik-fazla yapıyorum.Sonrasında bu da canımı sıkıyor.Galiba bu yüzden istemsizce bir ara verdim.Her gün, yarın neler yapacağımı düşünmek etkili bir planlama yöntemi oluyor.(Yarın deneme sınavım var mesela! Dua,iyi şans,dilek! plz!)
O zaman bir bardak çay daha içip yavaş yavaş yatmaya hazırlanabilirim.
Sümüklü peçetelerimle birlikte yılın on birinci kitabı hakkında yazıyoruz -alkış-
Kitabın yazarı Marquez.Daha önce ''Kırmızı Pazartesi'' adlı kitabını okumuştum,oldukça güzeldi.Yazarı biraz daha yakından tanımak için bir diğer ünlü kitabı olan ''Benim Hüzünlü Or*spularım''ı okudum.Kitabın ismini sansürlemek saçma aslında,sonuçta Oscar Wilde'ın da dediği gibi ''Ahlaka uygun ya da ahlaksız kitap diye bir şey yoktur.Kitaplar iyi ya da kötü yazılmıştır.Hepsi bu.'' Yine de ben blogda yer alacağı için sansürlemekten yanayım :')
Kitabın konusu yazılması zor cinsten.Zor diyorum çünkü konu biraz hassas ve eleştriye oldukça açık.Tam Marquezlik yani.Bu kitabını da okuyup yazarın dilini kavradıktan sonra onu ''çılgın'' şeklinde tanımlayabildim.Hatta ''farklı ve çılgın'' daha doğru olur.Zaten başarısı hakkında söz söylemem.
90. Yaş gününü kutlayacak bir adam bakire bir kızla ilişkiye girmek ister.Daha sonrasında ilişkiye gireceği bu 14 yaşındaki kıza aşık olur.Ölüme adım adım giden bu adamın aşk hikayesini ve yaşadığı iç fırtınaları okuyoruz.Aynı zamanda yaşlılıkla ilgili tecrübelerini de öğreniyoruz.
Açıkçası beni yer yer rahatsız eden bir kitap oldu.Evet bu bir sanat eseri ve sanatçı hayatta var olan her şeyi anlatabilir ama bir okuyucu olarak konu canımı sıktı.Küçücük kızların dedesi yaşındaki insanlara malmış gibi satılması falan...fena halde rahatsız edici,moral bozucu ve sinirlendirici.Aynen bu üç duyguyu yaşaya yaşaya okudum.(Kitapları yarım bırakmayı hiç sevmem)
Kitabın tek sevdiğim yanı yaşlılık ile ilgili anlattıkları oldu.Yaşlanmaktan korkan biri olarak meraklı bir şekilde okudum.Sonrasında yaşlılığın aslında çok da korkunç olmadığı kanısına vardım.Eskiyen şey bedenlerimiz.Ruhumuz istediğimiz sürece yenilenmeye hazır.Bana böyle bir pencereyi araladı.
Alıntılar:
''Yavrucuğum,bu dünyada yalnızız.''
''İnsanın sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması olanaksız.''
''Ahlak da bir zaman sorunudur.''
''Hayatın bana verdiklerinin hepsi buydu.Ondan daha fazlasını koparmak için de hiçbir şey yapmamıştım.''